31 Temmuz 2016 Pazar

Yeşil Kahve Zayıflatıyor Mu?

Günümüzde aşırı kiloların atılmasında iddialı olan ürünlerden biri de yeşil kahvedir. Ayrıca birçok faydalarının bulunduğu yeşil kahve zayıflatıyor mu? Dilerseniz makalemizin de ana konusu olan bu sorumuza sağlık uzmanlarımızdan derlediğimiz bilgiler doğrultusunda sizlere bilgiler sunalım.
Yeşil Kahvenin Zayıflatıcı Etkisi Hakkında Sağlık Uzmanlarının Görüşleri Nelerdir?
8598_13Sağlık uzmanları yeşil kahvenin zayıflatma konusunda etkili bir ürün olduğunu belirtmektedirler. Uzmanlara göre yeşil kahve zengin içeriği sayesinde vücudu beslediği gibi aynı zamanda aşırı yağlanmanın kısa sürede ortadan kalkmasında da oldukça etkilidir. Uzmanlara göre yeşil kahve aynı zamanda en zararsız zayıflatıcı ürünler arasında yer almakta ve bu da kullanıcılar açısında avantaj sağlamaktadır. İşte uzmanlara göre yeşil kahvenin aşama aşama zayıflatma etkileri şunlardır;
  • İlk olarak vücutta biriken yağ kütlelerinin azalmasını sağlamaktadır.
  • Sonrasında yağ kütleleri üzerinde yoğunlaşma sağlayarak kısa sürede yok olmasını sağlamaktadır.
  • Yok ettiği yağ kütlelerinin sonradan tekrar oluşmasını önlemektedir.
Görüldüğü üzere “yeşil kahve zayıflatıyor mu?” sorusuna sağlık uzmanları oldukça kapsamlı bir cevap sunmaktadırlar. Uzmanlara göre yeşil kahvenin zayıflatma etkisini gösterebilmesi için günlük olarak düzenli bir şekilde tüketilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte sağlık uzmanları yeşil kahvenin zayıflatıcı etkisini gösterebilmesi için özellikle orijinal olması da gerekmektedir. Uzmanlar piyasada satışa sunulan yeşil kahvelerin orijinal olmasının bu anlamda önem taşıdığının altını çizmektedirler. Makalemizde çokça merak edilen konulardan olan yeşil kahve zayıflatıyor mu? Konusu hakkında sağlık uzmanlarından derlediğimiz bilgiler doğrultusunda sizlere ve merak edenlere bilgiler aktardık. Umarız bu anlamda sizlere ve bu konuyu merak edenlere faydalar sunabilmişizdir.
Not: Makale bilgilendirme içeriklidir. Reçete değildir.
Devamını oku »

26 Temmuz 2016 Salı

Aile Terapisi Nedir?

Aile, tüm aile üyelerinin toplamından daha büyük, daha kapsamlı bir sistemdir. Parçalar bir araya geldiğinde, parçadan daha farklı bir yapıdır. Sistemdeki her parçanın rolü farklıdır. Sistemin bir parçası bozulsa bile, bu durum tüm sistemi etkiler. Bu durumu daha iyi anlamak için ekmek yapımını örnek verebiliriz. Ekmek yapımında kullanılan malzemeleri aile üyelerine benzetebiliriz. Hiç birisi tek başına bir ekmeği oluşturmaz ancak birleştiklerinde emek oluşur. Ekmek ise, tüm malzemelerin bütününden farklı olan bir yapıdır.
8585_aile_cift_terapisi11Terapide de aileyi bir bütünlük içinde incelememiz gerekir. Aile bireylerini terapi sürecine tek olarak bile alsak, ailenin bütüncül yapısı ihmal edilmemelidir. Ailedeki en ufak bir değişiklik tüm sistemi etkiler. Ailede bir denge vardır. Ailenin dengede olması, herkesin ailedeki rolünden memnun olması durumudur. İlenin dengesini bozan durumlar, ailedeki anne-baba-evlat rollerinin değişmesi, çatışma, kayıp, yas, travma, taciz, tecavüz, kaza, stres… gibi durumlardır. Bu durumdan memnun olmayan, tekrar bütünlüğünü ve dengesini sağlayamayan aile yardım almak için terapiye gelir.
Aile terapisinde, aile bireyleri çarkın dişlileri gibidir, bir birey değişse bile bu tüm aile bireylerini, tüm sistemi etkiler ve her sistem birbirine bağlıdır, birbirini etkiler. Örneğin; bir anne ailedeki annelik rolünü yerine getirmezse bundan tüm bireyler etkilenir, ailenin sistemi etkilenir. Bireyler bu rol dağılımından razı ise, aile dengededir. Genelde terapiye gelen birey, ailenin rollerinin ve ailenin sisteminin o şekildeki işleyişinden rahatsız olan kişidir. Ailenin terapiye gelme sebepleri; çatışma, stresle baş edememe, iletişim problemleri, çocuklarla ilgili olan problemler, kayıp, yas, travma… gibi birçok çözümlenemeyen sebeplerdir. Birey aile terapisine tek olarak gelse de, öncelikle tüm aile bireylerinin terapiye gelmesi sağlanır ve orada konuşulan konulardan terapiye gelen tüm aile bireylerinin haberdar olması gerektiği vurgulanır.
8585_familystudiesAile terapilerinde öncelikle yapılan en önemli şey aile içindeki döngüsel nedenselliği bulmaktır. Bu nedensellikte belli bir başlangıç noktası yoktur. Örneğin; anne bir konuyu konuşmaktan kaçıyor, baba ise anne kaçtıkça onun üzerine gidiyor. Anne, baba üzerine geldiği için mi kaçıyor? Yada baba, anne kaçtığı için mi üzerine gidiyor? Bu durumun başlangıç noktası belli değildir, biri kaçtıkça diğerinin üzerine gitmesi artar, yani döngü devam eder. Bu tarz döngüleri bulup aile bireylerine fark ettirildiğinde çözüme ulaşmak daha kolay olacaktır. Döngüsel nedenselliği aileye fark ettirmek önemlidir. Çünkü; bu döngüyü kıracak olan yine ailedir. Ufakta olsa döngüyü bir yerden kırmak, ailenin dengeye ulaşmasına yardımcı olan ilk basamaktır.
Aile terapisindeki amaç; aile bireylerini, birbirleriyle olan etkileşimlerini, rollerini, sınırlarını, geniş aileyle olan ilişkilerini, inceleyerek ailenin bütünlüğünü sağlamak, dengeye ulaşmasına yardım etmek, çatışmaları olumlu bir şekilde çözümlemek ve stres durumları için baş etme becerilerini öğretmektir. Aileye olumlu iletişim becerileri kazandırmak, empatik duyarlılık kazandırmak, sorun çözme becerileri kazandırmak aile terapisinin en önemli amaçlarındandır.
Ailenin farkındalığını arttırmak, aileye bilgi, beceri kazandırmak, tüm aile bireylerine eşit davranmak, taraf tutmamak, yargılamamak, güvenli bir ortam oluşturmak, koşulsuz kabul, koşulsuz saygı sağlamak, tavsiye verip yönlendirmemek, öğüt vermemek, objektif bir ortam sağlamak terapistin en önemli görevlerindendir. Terapide bu ortamlar sağlandıktan sonra, çeşitli teknikler ve terapi ekolleri ile sorunun daha da anlaşılması amaçlanır, ulaşılmak istenen hedefler belirlenir. Bunu yaparken tek sorumluluk terapiste ait değildir, terapist görüşme sürecini yönlendirir fakat kararlar, aileye bırakılır, koşulsuz saygı ilkesi baz alınır, terapist asla öğüt vermez, yargılamaz.
Koşulsuz saygı, koşulsuz kabul, güven ortamında, sorun çözüme kavuşana kadar, aile sorun çözme becerisi kazanana kadar, terapiste ihtiyacı kalmayana kadar terapi devam ettirilir. Devam ve sonlandırma süreci her aileye, her probleme göre değişebilmektedir.
Devamını oku »

Yaşam Stilleri

Alfred Adler’e göre yaşamımızın ilk 6 yılında kendimizle, diğerleri ve dünya ile ilgili tanımlamalarımız, yani dünyayı nasıl gördüğümüz, insanları nasıl gördüğümüz, bakış açımız, sorun çözme tarzımız oluşmaktadır. Dünyayı bizim nasıl algıladığımız ve gerçekte nasıl olduğu arasındaki farkla nasıl başa çıkacağımızla ilgili strateji ve inançlar geliştiririz. Bu stratejileri, sorun çözme yöntemlerini ve inançları hayatımızın her alanında kullanırız. Yaşam stili; bizim hayata bakış açımız, inançlarımız, sorunları nasıl ve hangi yoldan çözdüğümüz, olaylar karşısında nasıl tepki verdiğimizdir. Kısaca bizi biz yapan, hayata, insanlara, olaylara olan bakış tarzımızdır.
8587_8419_65_yasam-tarzi-is-yasaminda-karsilasilan-stres-unsurlari-ve-basa-cikma-yollari0Örneğin; başarısızlıktan kaçınma-başarısızlığın üzerine gitme, daha çok çalışma, intikam alma-sessiz kalma, teslim olma-mücadele etme, güldürme… gibi özellikler yaşam stillerine örnek olabilir.
Yaşam biçimimizi olaylara karşı nasıl tepki verdiğimiz, sorunlarımızı nasıl çözdüğümüz, kararlarımızı nasıl, ne şekilde verdiğimiz, sorunla baş etme yöntemlerimiz oluşturur.
Yaşam stilimizi çocukken anne ve babamıza bakarak oluşturuyoruz. Çocuklukta oluşan şemalarımız ve çocuklukta verdiğimiz kararlar doğrultusunda oluşmuştur. Yani, çocuklukta oluşan ilk bilgilerimize bakarak kendimize bir yol haritası çizeriz. Örneğin; bir çocuğa kızıldığında, çocuğun sessiz kalması, küsmesi yada ağlaması onun yaşam stilidir. Daha iyi anlamamıza yardımcı olmak için; yaşam bir yemekse, yaşam stili de o yemeği yeme tarzımızdır diyebiliriz. Yaşam stilimizi her yerde, hayatın her alanında uygularız. Örneğin; bir olay karşısında sessiz kalmak, umursamamak, tepki göstermek… Nerede olursa olsun, ister iş yerinde, ister okulda, ister evde sorunla karşılaştığımızda yaşam stilimiz ne ise olaylara o şekilde tepki veririz.
Çocuklukta oluşturduğumuz bu tarzımızı yetişkinlikte de devam ettiririz. Fakat bu inançlarımız, oluşturduğumuz yaşam stilimiz yetişkinlikte bazen işlevsiz olabilmektedir. Çocukken oluşturduğumuz stillerimiz, o koşullar altında, çocuk saflığımız ile o bağlamda en geçerli ve işlevli olan stillerdir. Çocuklar o yaşta genelde, yaşadıkları koşulları yanlış değerlendirir. Bu yüzden de o anki bağlamda o koşullarda geçerli olan stillerimiz, yetişkinliğimizde geçerli olmaz. Örneğin; çocukken istediğimiz bir şeyi ebeveynlerimize ağlayarak yaptırıyorsak, aynı şeyi büyüdüğümüzde ailemize yada diğer insanlara yapamayız. Eğer bu stilimizi devam ettirirsek sorunlu, uyumsuz bir kişi olarak biliniriz ve bu bizi üzer. Yaşam stilimiz, çocuklukta ilk oluşan bilgi şemalarımızla birlikte geliştirilmiş olsa da, bazı stiller yetişkinliğin değişen koşullarında işe yaramamaktadır. Bu yüzden bu stillerimizi güncellemek ve yaşımızın, çağımızın, çevrenin gerekliliklerine göre uyarlamamız, gözden geçirmemiz gerekir. Yetişkinlik yıllarında bu inançlarımızı, stillerimizi tekrar ele alıp sorgulamamız gerekir. Gözden geçirmediğimiz zaman, çeşitli problemlerle karşılaşabiliriz.
Bu stillerimizin değişimi mutlaka çok oranda olmak zorunda değildir. Bazen ufak bir değişiklik bile o stilimizi tekrar işlevli hale getirebilir. Çocukluktaki şartlarımızla şu anki şartlarımızın farklı olduğunun, çocukken ki aklımızla şu anki aklımızın bir olmadığının,şu an gerçekleri daha iyi kavradığımızın farkına varırsak yaşam stilimizi düzeltmek, sorgulamak daha kolay olacaktır. Yetişkin yıllarımızdaki olayların gidişatı, kişilerle olan, gelişen, değişen ilişkilerimiz ve bunlar çerçevesinde şemalarımızı, yaşam stillerimizi düzenlememiz daha kolay olacaktır.
Devamını oku »

Sporda Solunum Sistemiyle İlgili Sorunlar Nelerdir?

Solunum Sistemi ve Spor
Fiziksel aktivitenin artması doğrusal olarak enerjiye gereksinimi artırır. Dolayısıyla dokuların besin maddesi ve oksijen talepleri artar.
8588_bronkospazmEgzersiz sırasında solunum sisteminin temel görevi dokuların artan oksijen gereksinimine uygun olarak daha çok oksijeni organizmaya sokmaktır. Fakat alınan bu oksijenin tamamının vücut tarafından kullanılabilmesi mümkün değildir. Dolaşım sisteminin bir oksijen taşıma kapasitesi vardır “Maksimal Oksijen Kullanım Kapasitesi” ( Max. V02) denen bu fizyolojik sınır kişiden kişiye farklılık gösterir.
Dinlenme durumunda solunumun ekspirasyon (soluk verme) devresi inspirasyon (soluk alma) devresine göre daha uzundur. Egzersizle beraber ekspirasyon devresi kısalır ve her iki devre birbirine eşit hale gelir. Fiziksel aktiviteyle beraber solunum dakika volümü de artmaya başlar. Egzersizin şiddetine bağlı olarak kişisel kapasite düzeyine ulaşır ve orada kalır.
Aktivitenin sonlandırılmasıyla birlikte solunum dakika volümü de düşmeye başlar. Ağır egzersizlerden sonra normale dönüş biraz daha uzun sürer. Performansın temel motorik özelliklerinden olan dayanıklılık oksijeni kullanma kapasitesinin artırılmasıyla ilişkilidir. Gerçekte vücut tarafından kullanılabilecek oksijen oranı hastalık halleri dışında akciğerlerde her zaman için fazlasıyla bulunur. Buradaki temel sorun bu oksijenin ne kadarının dolaşım sistemi tarafından dokulara ulaştırılabileceğidir.
Dayanıklılık antrenmanlarının amacı organizmanın maksimal oksijen kullanma kapasitesini artırabilmektir. Bunun için seçilen temel antrenman yöntemi uzun süreli koşular gibi çalışmaları içerir. Sporcunun oksijeni kullanma kapasitesi arttıkça “solunum dakika volümü’’ de (VE) artacaktır. Max. V02’si en yüksek sporcular maratoncular, kayak krosçular ve bisikletçilerdir.
Sporcularda Antrenmanla Beraber Gözlenen Bazı Kronik Değişimler Şunlardır:
– Solunum volümü dinlenme ve submaksimal (maksimum seviyenin altı) yüklenmelerde pek değişmemekle beraber maksimal (maksimum seviye) egzersiz sırasında belirgin olarak artar.
– Solunum frekansı dinlenmede daha düşük olabilir. Submaksimal etkinlikte aşırı artış olmaz. Aşırı yüklenmelerde ise belirgin bir artış gözlenir.
– Vital kapasite dayanıklılık sporcularında pek değişmez ya da bir miktar artma olabilir. Fakat özellikle yüzücülerde genellikle yüksektir.
– Solunum dakika volümü dinlenme durumunda farklılık göstermemekle beraber submaksimal yüklenmelerde artış daha az olur. Maksimal bir efor sırasında ise yükselir.
– Sporcular göğüs solunumundan çok karın solunumu yapmaya meyillidirler.
Sporda ise sporcunun karşılaşabileceği bazı solunum sorunları şunlardır:
8588_cigerde_sonmePnömotoraks: Akciğerleri saran zarın (pleura) havayla dolması sonucunda akciğerlerin bu baskıyla çökmesidir, (kollaps) Sportif aktivitelerde travmalarla oluşabildiği gibi tüplü dalışta (scuba), atletizmin yüksek atlama gibi branşlarında gerçekleşebilir. Ağır vakalarda akciğer enfeksiyonlarına hatta solunum durmasına yol açabilir.
Astım ve Egzersize Bağlı Bronkospazm: Astım kronik bir hastalıktır. Solunum yollarında oluşan daralma bazen egzersize bağlı olarak da tetiklenebilir. Uygun ilaçları kullanmak koşuluyla astımlıların spor yapmasında sakınca yoktur. Astımlı sporcular egzersize bağlı astım krizinden korunmak için nemli havaya sahip havuz koridorlarını kullanırlar. Bu anlamda yüzme sporu astımlılar için en ideal spor sayılır.
8588_dil_kacmasiDilin geriye kaçması: Sporda çoğu zaman travmaya bağlı olarak dilin geriye kaçarak hava yolunu tıkaması durumudur. Arkadan sert çarpmalar, kafa kafaya çarpışma ya da daha farklı bir mekanizmayla gerçekleşebilir. Bununla beraber kalp sorunları, bayılma ve koma gibi nedenlere bağlı olarak da dil geriye kaçabilir. Solunum yolunun tıkanması boğulmayla sonuçlanabilir. Acil müdahale gerektirir. İlkyardım “solunum yolunun açılması” manevrası ile başlatılır. Baş geriye, çene aşağıya doğru çekilerek ağız açılmaya çalışılır. Bu sırada ağza sokulan parmakla dil öne doğru çekilir.

Devamını oku »

Çizgi Romanlar Ne Zaman Ortaya Çıktı?

Çizgi roman kavramı ilk olarak 18.yüzyılda karşımıza çıkar. Ingiltere’de yaşayan ressam William Hogarth resim ile yazıyı birleştiren bir çalışma yapmıştır. Bu çalışma çizgi romanın başlangıcı sayılır. Thomas Rowlandson çizgi romanları geliştirmiştir. Matbaanın gelişmesiyle çizgi romanların gelişmesi paralellik gösterir. James Gillray ise çizgi romanları tüm Avrupa’ya tanıtmıştır.
cizgi-film2-1122Teknolojinin gelişmesiyle birlikte çizgi romanın bir alt türü olan çizgi film ortaya çıkmıştır. Çizgi roman ve çizgi filmin en başarılı örneklerini Walt Disney kurduğu ve kendi adını verdiği şirket tarafından vermiştir. Walt Disney doğu ve batı klasiklerini çizgi film ve çizgi roman haline getirmiştir.
1920lerden sonra günlük gazetelerde çizgi romanlara yer verilmeye başlanmıştır. Türkiye’de de çizgi romanların ilk örneklerine 1920lerde rastlanır. İlk ciddi çalışma 1940’dan itibaren Çocuk Dünyası dergisinin ali olan Kara Maske’dir. Daha sonra Mandrake ve Tarzan gibi tanınmış çizgi romanlar yayınlanmıştır. İlk başlarda taklit ve adaptasyon olarak başlayan çizgi romancılık 1959dan itibaren yerli konulara yönelmiştir. Kara Murat, Malkoçoğlu, Tarkan gibi yerli ve milli çizgi romanlar yazılmıştır. Günümüzde çizgi romanlar ticari amaçlar doğrultusunda hazırlanmaktadır. Televizyonun yaygın olmadığı dönemlerde çocuklar, kitaplar şeklinde yayınlanan çizgi romanları okumuştur. Televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte çizgi romanlar yerini çizgi filmlere bırakmıştır. Dünyaca ünlü çizgi roman klasikleri Ten Ten ve Red Kit hala popüler çizgi romanlardandır.
Devamını oku »

Gökyüzü Neden Mavi Renkli Görünür?

Evren hakkında her geçen gün bambaşka bilgiler gün yüzüne çıkmaktadır. Doğaya ait kavramların sorgulanması beraberinde farklı teorileri de getirirken, insanların çevreye olan merakı da bilim insanlarını yönlendirmektedir. Gökyüzünün maviliği de bu anlamda öne çıkan konular arasındadır. Hiç düşündünüz mü, gökyüzü niçin mavidir?
Güneşin Renkleri ile Gökyüzü Renginin İlişkisi
custom-shipping-fantasy-backdrop-ceiling-sky-blue-and-white-ceiling-wallpaper-muralGökyüzünün maviliğinden önce güneşin rengini konuşmak gerekir. Her ne kadar sarı renk ile özdeşleşse de güneş aslında sarı değildir. Güneş ışığı doğrudan doğruya beyaz renklidir, yani aslında herhangi bir renk değil de tüm renklerin karışımı denebilir. Bu konuyu ispat etmek ise oldukça olasıdır. Kristal bir avizenin herhangi bir parçasını güneşe doğru tutarsanız, kristalin gelen güneş ışığını kırarak pek çok renge ayrıştırdığını gözlemleyebilirsiniz. Gökkuşağı renkleri gibi olacak olan bu kırılma anı, aslında güneş ışığının farklı renklerden oluştuğunu; fakat uygun ortamda bu renklerin kendini gösterdiğini ispatlamaktadır. Söz konusu güneş rengi mor, mavi, sarı, turuncu, kırmızı ve yeşil renklerin karışımıdır.
Gökyüzünün mavi rengi ise işte bu kırılma durumu ile alakalıdır. Güneşten gelen ışıkların atmosfere teğet geçmesi ve ancak bir kısmının atmosferce emilmesi, şu anki gökyüzü maviliğini sağlar. Çünkü atmosferden geçtiği sırada mor tarafta kalan ışıkların kırmızı taraftaki ışıklara göre daha çok dağıldığı ve atmosfer tarafından da en çok mavi ışığın kırılıp ayrıştığı fark edilebilir. İşte bu noktada, dünyadan bakan bir kişinin gökyüzünü mavi ve güneş ışıklarını da beyaz ile sarı arası bir renk olarak görmesi mümkün olur.
Ya Atmosfer Olmasaydı?
8590_unye_de_gunesin_batisiAtmosfer sayesinde kırılan ışıkların dünyayı aydınlattığı muhakkaktır. Eğer ki atmosfer olmasaydı, güneş yine oldukça parlak ve beyaz görünecekti; fakat gökyüzü tıpkı akşam vakitleri gibi karanlık kalacaktı. Aynı zamanda güneş gibi diğer yıldızlar da ortaya çıkacaktı.
Burada bir diğer soru da güneşin batarken ve doğarken aldığı farklı renk tonları ile ilgili olabiliyor. Normalde parlak beyaz olan, fakat atmosferle renklerine ayrışan güneş ışıkları nasıl olur da ufka yaklaştığı zamanlar turuncu ya da kırmızı rengi alabiliyor?
Güneşin ufukta alçalması ile beraber güneşin dünyadaki bulunulan noktaya açısı da değişmektedir. Ufka yaklaşan güneş aslında daha da uzaklaşmaktadır. İşte bu nedenle de havada daha çok kalan güneş ışıkları çok daha fazla moleküller ve parçacıklar arasından geçip göze ulaşmaktadır. Yani güneş ışıkları daha çok yansıtılır ve dağıtılır.
Devamını oku »

Hamburgerin Adı Nereden Gelmektedir?

Günümüzde fast food yemek kültürünün baş aktörü hamburgerdir. Bu yiyecek pek çok kültürde olmamasına karşın hemen hemen her toplumun içine ve kültürüne dahil olmuştur. Peki, hamburger kelimesi nasıl ortaya çıkmıştır, özel bir anlamı var mıdır?
İnsanlar hamburger kelimesindeki “ham” sözcüğüne aldanarak bu yiyeceğin domuz eti ile ilişkili olduğunu sanabilirler. Çünkü ham, İngilizce’de “domuz bacağının üst kısmından alınarak tuzlanan ve kurutulan et” anlamına gelir. Hatta pek çok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da da “ham” kelimesini restoran, market ve kafelerde görmek mümkündür. Ancak hamburgerdeki ham kısmı, domuzla ilgili değildir.
Hamburgerin Tarihi
8591_4543_imgscheda_hamburger-pngBelki biraz tuhaf gelecek ancak, hamburgerin tarihi aslında Orta Asya Türklerine dayanır. Tatar Türklerinin bulduğu bu yiyecek türü, daha çok konar göçer ve savaşçı bir toplum olma özelliğinden ileri gelir. Tatar birliklerindeki atlıların çiğ et yeme alışkanlığı, yanlarında et taşımak isterken atın eğerinin altına et sıkıştırılması ve en nihayetinde de özellikle uzun seferlerde söz konusu çiğ etlerin atın hareketleri sayesinde pişmesi gibi durumlar, yemek kültürünü de etkilemiştir. Atın eğerindeki çiğ etin kendi kendine biraz pişmesi ile etin çiğnenmesinin kolay hale gelmesini keşfeden Tatar Türkleri, zaman içinde etin yanına tuz, biber ya da soğan da koyarak yemek kültürlerini geliştirmiştirler. En nihayetinde ise bugün de “Tatar Bifteği” olarak bilinen yemek ortaya çıkmıştır.
Hamburgerin Almanya’ya Gelmesi
8591_picanha-barbecue-100g.gAlmanya’da yaşayan bir tüccarın, Orta Asya’ya ticari faaliyetler için gitmesi ve akabinde de Tatar Bifteği’ni görüp bu yemeği Almanya’ya getirmesi hamburgerin yaygınlaşmasını sağlamıştır. 19. yüzyılda yaşanan bu durum, tüccarın Hamburglu olması ile oldukça tuhaf bir yere gelmiştir. Söz konusu eti biraz daha kızartıp servis eden ve “Hamburg’a ait” ya da “Hamburg’un” anlamına geldiğini belirtmek için “Hamburger” ismini bu yemek türüne koyan tüccar, en nihayetinde bugün bilinen hamburger ismini de oluşturmuştur.
Hamburger kısa zamanda tüm dünyaya yayılmıştır. İlk olarak 19. yüzyılda fizikçi ve aynı zamanda da yemek geliştirme uzmanı olan Dr. J. H. Salisbury tarafından hamburgerin Almanya’dan İngiltere’ye götürüldüğü bilinmektedir. Salisbury zaten günde 3 defa sıcak su ile yıkanarak temizlenen biftek yenilmesini sağlık açısından faydalı bulmakta iken, hamburger sayesinde bu tüketimin de kolaylaştığını fark etmiştir. Sıcak su ile yıkanmış biftekten yapılan bu tarz yemeklere İngiltere genelinde “Salisbury Bifteği” adı da verilmektedir. Ancak günümüz hamburgerleri, pek de bu yol ile hazırlanmamaktadır.
Aynı yüzyılın sonlarına doğru ise Alman göçmenlerinin Amerika’ya intikal etmesi ve burada söz konusu hamburger etlerini yemeleri Amerika genelinde hamburgerin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Yani hamburger kelimesinin ne domuz eti ile, ne de benzer kavramlar ile ilgisi yoktur. Üstelik bu damak tadı öz be öz Türk damak tadına da uygundur.
Devamını oku »